Mason teşekküllerine giren devlet adamları gözü kapalı bu ağ içinde yürüyorlardı. Mason biraderlerden aldıkları ilham ile yanlış düşünceler, yanlış tedbirler hem devleti, hem Müslümanlığı, hem Türklüğü düşürüyordu. Ana unsur olan Türk milletinin ve onun din kardeşleri olan diğer İslâm unsurlarının istikballeri için hiçbir şey düşünülmüyordu. Yabancı kaynaklardan gelen şüpheli ve zararlı birtakım cereyanlar kolaylıkla bir ideal mahiyetini alıyordu.
İşte Türk imparatorluğunu bu iki müessese parçaladı ve yıktı:
1) Misyonerlerin açtıkları mektepler;
2) Yahudilerin idare ettikleri mason locaları.
(Kâzım Karabekir Paşa)
17. asırdan beri Masonluğun maksadı ve teşkilatı tamamı ile değişmişti. Buna sebep müterakki (gelişmiş) devletlerin müstemlekecilik (sömürgecilik) siyasetlerine atılmış olmaları idi. İşgal olunan yerleri az kuvvetle elde tutabilmek ve müstemleke olmağa istidadı olan (yatkın) başka yerleri kolayca işgal edebilmek için Masonluğun ilmî ve insanî gibi gösterilen şiarını (ilkesini) bir maske olarak kullanmayı pek faydalı bulmuşlardı. Meselâ İngilizler; Hindistan'a ayak basar basmaz oradaki hükümdar, Raca, prens... gibi ileri gelenleri Masonluk teşkilatına aldılar. Her tarafta açtırdıkları mükellef ve her türlü konforu havi (olan) localarda bu zatlara büyük itibarlar ve menfaatler göstererek kendilerini İngiliz mütefekkirleri ve siyaset adamları arasında ehemmiyetli mevki sahibi yaptılar. Onlara birçok maddi menfaatler de gösterilmiş olduğundan çabuk yumuşadılar ve her türlü propagandaları kabule müsteid (yatkın) bir hale geldiler. İlmî ve insanî bir kardeşlik! dolayısıyla onlardan her türlü malumatı kolayca aldılar ve her işte müzaheretlerini (yardımlarını) de temin ettiler.
Henüz işgal altına alınmayan yerlerin Racaları, Prensleri şöyle dursun, henüz istiklallerini kaybetmemiş bulunan Belucistan, Afganistan, İran ve hatta Osmanlıların bazı vezirleri, şehzadeleri ve hükümdarları bile bu localara girmeye can attılar. Çünkü oraya girmeyen bir "Recül-i Devlet" (devlet adamı) ilmî ve insanî bir kafadan mahrum sayılacağı ve bir Avrupalıya muhatap olamayacağı hakkında propagandalar yapılmış ve fiilî bazı misaller de gösterilmiş idi.
İşte bu suretle 18. asırda Masonluk artık milletlerin hayat ve ölümü üzerinde müessir (etkili) bir kuvvet haline gelmiş bulundu. Çünkü İngilizlerden başka Fransızlar da, İtalyanlar da, hatta küçük müterakki (gelişmiş) devletler de bu teşekkülü siyasî emellerine tam elverişli birer müessese haline koymuşlardı.
Müstemlekelerinin genişliği, işe pek erken başlamaları, siyasî ve iktisadî büyük kudretleri dolayısıyla Masonluk cephesinden İngiltere ve Fransa dünyanın her tarafında hakim vaziyettedirler. Bunun pek mühim bir sebebi de ellerinde bulunan Musevilerin bu teşekkülde pek ziyade işe yaramalarıdır.
Hıristiyan olmayan devletler idaresindeki Hıristiyanları istiklallerine kavuşturmak ve bu suretle siyasî emellerine alet etmek ve paralayacakları İslâm camiasını da bu suretle müstemleke yapmak için, Hıristiyan çocuklarını o devletlerin hudutları içinde türlü adlarla açtıkları mekteplerde ve müesseselerde yetiştirir ve onlara ihtilâl fikirleri aşılarken kemale ermiş insanlarını da Mason localarına alarak orada kendi emellerine uygun bir hale getiriyorlardı.
Bu ameliye (işlem) en ziyade buna müsteid (yatkın) olan Osmanlı Devleti içinde yapıldığından bu memleket de bu istiladan nasibini aldı. İstanbul, Selanik ve İzmir gibi büyük şehirlerde o maksatla mektepler açılmağa başlandığı ilk devirlerde "Mason Locaları" da kurulmağa başlandı. Şark siyasetinde Kırım seferinden (1854-55) sonra tekrar rekabete kalkışan İngiltere, Fransa ve İtalya, Osmanlı şehirlerinde loca açmak hususunda da birbiriyle adeta yarış ediyorlardı. Her biri kendi nüfuzunu genişletmek için Türk olmayan unsurları aralarına alıyor ve onlara ihtilâl fikirlerini aşılıyordu.
Kapitülasyonların da inzimamı (eklenmesi) ile yarı müstemleke haline giren Osmanlı Devleti'nin Türk unsurundan göze çarpan bazı şahsiyetlerde localara alınmıştı. Bunlar Masonluğun görünüşte modern esasları olan "Hukuk ve vazifede müsavat (eşitlik), itikatlara hürmet, vicdan hürriyeti, aileye ve insaniyete hizmet" idealleri üzerine usulüne göre yemin etmişlerdi. Bulgarlar, Rumlar ve Ermeniler gibi Türk'ün gayri unsurlara aynı zamanda istiklâl fikirleri de verildiğinden bunların "vatan ve insaniyet"den anladıkları büsbütün başka şeylerdi. Bitaraf (tarafsız) bir unsur gibi görünen Museviler de asla Osmanlı Devleti'nin elinde değildi. Bu suretle Mason teşkilatına giren Türk münevverleri Türklerden ayrılmak ve hatta onları mahvetmek isteyen ve tamamıyla büyük devletlerin elinde birer âlet olanların içinde ve onlarla birlikte gözü kapalı yürüyorlardı. Mason biraderlerinden aldıkları ilhamlar veya onlara verdikleri haberler hep haricî (dış) kaynaklardan geliyor veya oraya gidiyordu. Bu suretle yanlış düşünceler ve tedbirlerle Osmanlı Devleti gibi Türklük de tehlikeye düşüyordu. Ana unsur olan Türk milletinin ve onun din kardeşi olan diğer islâm unsurlarının istikballeri için hiçbir şey düşünülmüyordu. Yabancı kaynaklardan gelen şüpheli ve hatta zararlı birtakım cereyanlar kolaylıkla bir ideal mahiyetini alıveriyordu.
Şark (Doğu) siyasetine en geç atılan Almanlar bu hali görünce Sultan Hamid'e yukarı bahislerde izah ettiğim veçhile "İttihad-ı İslamcılığı" telkin ettiler ve bu arada Mason localarının içyüzünü de anlatarak onun Osmanlı İmparatorluğu'nu paralamak hususunda ne müessir bir kuvvet olduğunu kendisine öğrettiler. Meşrutiyetçilerin ve onların dayandığı Sultan (V.) Murad'ın Mason olması zaten kendisini kuşkuda tutan Padişah bu suretle Masonluğa karşı aleyhdar bir vaziyet almış oldu. Efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) de Masonluğa düşman etmek için ortaya "Masonluk kızıl gâvurluktur!" şeklinde bir parola atıldı.
İttihatçı Biraderler
Meşrutiyetin ilânını (1908) müteakip Masonluk Osmanlı diyarında yeniden bir hız aldı. Buna sebep, ortaya şu yolda birtakım fikirlerin atılmış olması idi:
a- Güya bilhassa İtilaf devletleri, Mason olmayan hükümet erkânımıza (yetkililerimize) ve hususiyle Hariciye (Dışişleri) mensuplarımıza karşı soğuk davranıyorlar ve ehemmiyet vermez görünüyorlarmış!...
b- Memleket dahilinde Türkün gayrı unsurların elinde bulunan locaların Türkleştirilmesi memleketimizin menfaati iktizasındanmış (çıkarları gereğindenmiş)!...
Bu propagandalara kapılan İttihat ve Terakki Cemiyeti Masonluğu ele almakla memleketin dışında ve içinde hürmet ve itibar kazanacağını sandı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni bu yanlış yola çeken kuvvetler ona her türlü kolaylıkları göstermekte de gecikmedi. İlk önce memleketimizde bir Şura-yı Âli kurulmasına lüzum gösterdi. Azalığa (üyeliğe) layık gördüğü zatları birden 33. dereceye çıkardı. Masonluğun son basamağına çıkartılan "biraderler" şunlardı: Cemiyetin Lideri Talat Bey (Paşa), Kâtib-i umumisi Mithat Şükrü (Bleda) Bey, azadan Erkânıharb Kaymakamı (Kurmay Yarbay) Faik Bey (Kafkas cephesinde Kolordu kumandanı Paşa iken şehit oldu) ve mahkeme reislerinden Fuat Hulusi (Demirelli) Bey, Musevi vatandaşlardan (Emanuel) Karasu ve David Kohen ve emsali Selanik'te çalışmış biraderler!
Bu zatları birdenbire son basamağa çıkaran zat, Mısır Şura-yı Âlîsi azasından Sakakini biraderdi! Mısır Şura-yı Âlîsi aynı zamanda Prens Aziz Hasan Paşa'yı da salahiyet-i vasia (geniş yetkiler) ile Türkiye'de bir Şura-yı Âlî teşkiline memur kılıyor! Bu Prens ise Meşrutiyetin hemen akabinde İstanbul'a gelmiş, ilk önce Edirne'de bir süvari fırkası (tümeni) kumandanlığına tayin olunmuştu. İstanbul'da teşkilatla yakından alakadar olsun için olacak ki Selimiye Kışlasındaki üçüncü fırka (tümen) kumandanlığına naklolundu!
Mason Şura-yı Âlîsinin; müstakil Osmanlı İmparatorluğu'ndan önce İngilizlerin idaresinde bulunan Mısır Hidivliğinde kurulmuş olmasını ve orada Masonluğun bu kadar terakki edişini (ilerleyişini), bu bahsin baş tarafındaki tarihçe izhar eder (ortaya koyar).
1909 Mart 3'de (31 Mart 1325 irticaından az evvel demek) İstanbul'da Şura-yı Âlî kuruldu ve "Âmir-i Âzam'lığına Prens Aziz Hasan Paşa, fahrî emr-i hâkim azalığına da Kont Dalberlıya intihap olundu (seçildi) ve bu, her tarafa ilan ve tebşir edildi (müjdelendi).
Türk Masonluğunun tahtına yerleşen İttihat ve Terakki ricali, "zabitlerin siyasetle alakası kesilmelidir" diye ortaya koyduğum fikrimi karşılamak üzere onları da Mason localarına kayıt ile elden çıkarmamağa çalışıyorlardı.
Meşrutiyet'in istihsali umdesiyle (elde edilmesi ilkesiyle) teşekkül eden İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni siyasî bir fırka (parti) haline koymalarıyla sakat bir yol tutan cemiyet erkânı (yöneticileri) bu sefer büsbütün tehlikeli bir işe de girişmişlerdi. Bu halin pek feci akıbetler doğurabileceği hakkındaki irşatlarıma aldıran olmadı. Onları yanlış yollara sürükleyen ellerin diğer taraftan da Meşrutiyeti de ve bütün münevver (aydın) tabakayı ve bilhassa mektepli zabitleri de ortadan kaldırarak ve şimdiye kadar atılan terakki adımlarını da alt üst ederek Osmanlı Devleti'ni müstemleke haline getirmek ve paylaşmak planını ,tatbik için çalışıldığından ben ve benim gibi birkaç arkadaşım endişe de idik. Ben mütalâalarımı açıkça icap edenlere ve bilhassa Talât Bey'e söyledikten sonra askerlikten başka bir şeyle uğraşmadım. Fakat Masonluğun tahtına çıkarılarak biraderleri vasıtası ile avutulanların memleketin başına bir felaket getirecekleri iddiasına sabit olan cemiyet azasından bazı şahsiyetler muhalefete geçtiler. Bu suretle İttihat ve Terakki içinde beliren ve sonra siyasî bir inkısama müncer olan tefrikada (bölünmeye yol açan ayrılıkta) Masonluğun da büyük tesiri oldu.
Nihayet Şura-yı Âli teşekkülünün 41. günü 31 Mart 1325 (13 Nisan 1925) irticai patladı!
Siyaset hayatında haricî (dış) kuvvetlerin tesiri pek yamandır: Bu kuvvetler, istediklerini istedikleri yerlerde yine o vatanın evlâdlarına yaptırabilecek kadar geniş teşkilata sahiptirler.
Tarihten ibret almayan milletler bu tehlikeye daima maruzdurlar.
31 Mart'ın iç yüzü ne idi? Nasıl oldu da bu felaketin önü alınamadı? Bugün elimizde bu suallere vuzuhla (açıklıkla) cevap verebilecek bir eser yok: Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa hadiseleri gibi korkunç neticeler veren bu hadisenin de ancak sathî (yüzeysel) ve arızî sebepleri ortaya atılabilmiş, iç yüzü kapalı kalmıştır. Yoksa bize tarihimizi bütün incelikleriyle yazdırmayan da böyle gizli bir kuvvet midir?
31 Mart irticai vakıa, 2. ve 3. ordulardaki zabitlerin himmeti ile ateş memleketin her tarafını sarmadan evvel, yerinde ve pek çabuk bastırıldı. Fakat bu facia sırf birkaç gafil vatandaşın eseri imiş gibi onların ölüm cezasına uğratılmaları ile mes'ele halledilmiş ve hadise de izah olunmuş sayıldı. Halbuki bir taraftan bu terhibî (korkutucu) cezalar verilirken o bir (öbür) taraftan da işin iç yüzü araştırılmalı ve tarihe vesikalar hazırlanmalıydı. Böyle yapılmadı. Osmanlı tarihinde görülen üçüncü fakat daha şümullü olan bu irtica da diğerleri gibi terbiyevî (eğitici) tesirini yapmadı, silindi, gitti.
Mason olmayana hayat hakkı yok
31 Mart irticaının tenkili akabinde (bastırılmasından sonra) İttihat ve Terakki lideri Talât Bey'e Masonlukta son bir adım da attırıldı ve en üst başa oturtuldu. Üstad-ı Azam intihap olundu (seçildi)!... Büyük ümitlerle 10 Temmuz Meşrutiyetin idealist ve atılgan bir şahsiyeti sıfatı ile birdenbire sivrilen Talât. Demek oluyor ki Osmanlı Devleti'nin mukadderatında başrolü oynayabilmek kabiliyetini göstermiş ve isbat etmişti. Yazık ki Osmanlı Devleti'nin kendi sadrazamlığı devrinde parçalanması mukaddermiş!
Artık bütün memleket içinde Elaziz'e, Malatya'ya varıncaya kadar Mason locaları açılmasına devam olundu. Az zamanda yalnız İstanbul'da 24 loca açılmış oldu. Bütün memlekettekilerin sayısı 58'i buldu. Masonluğun siyasî ve içtimaî mevki ve servet gibi birtakım menfaatlara bir basamak haline getirilmesi de onun maharetle örülmüş ağına düşmeyi kolaylaştırıyordu.
Almanlar; Osmanlı Devleti'nin Masonluk kanalı ile İtilaf devletlerinin eline düştüğünü görerek bu halden hoşlanmıyorlardı. Onların da ellerinde bu localarda bazı unsurlar vardı. Menfi propagandaları hissolunuyordu. Bilhassa ordunun da Masonluğa sokulduğundan şikayet ediyorlardı. 1910'da (1326) ilk Arnavutluk ihtilalinin tenkilinde (bastırılmasında) ben de müretteb kolordu erkân-ı harbiyesinde idim. Bu mıntıkada dolaşan Alman gazetecilerinin de "Türkiye'de Mason olmayana hayat hakkı verilmiyormuş, bütün zabitler Mason olmuş!" diye endişeli sualler sorduklarına veya propaganda yaptıklarına bizzat şahit oldum.
Şüphe etmiyordum ki İttihat ve Terakki erkânını Masonluğun üst başına çıkaran eller onlara 31 Mart gibi bir darbe daha hazırlıyorlardı. Bu darbenin müessir (etkin) olabilmesi için iç ihtilâlini bir dış darbe ile tamamlayarak bu sefer hedefleri ne ise oraya varabileceklerinden korkuyordum. Gerek resmî ve gerekse hususî surette "bir Balkan ittihadı" karşısında bulunduğumuzu Dahiliye Nezaretini de eline alan Üstad-ı Azam Talât Bey'e ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa'ya bildirdik. Hiç olmazsa ordu zabitleri ile ne siyaset sahasında ve ne de Mason localarında oynanmasını da hassaten rica ettim. Aksi halde 31 Mart gibi yalnız efradın (askerlerin) değil, bir kısım zabitlerin (subayların) idare edeceği bir ihtilal karşısında kalınabileceği ve bunu da bir Balkan ittifakı darbesinin takip edeceği endişemi bildirdim.
Bir yıl sonra korktuğum bu isyan çıktı. Esasen bu isyan bir yıl evvel baş göstermiş iken büyük fedakârlıkla önleyebilmiştim.* Bu hadiseyi ileri sürerek ikazlarımın boşa gitmesinin cezâsını İttihat ve Terakki acı tattı. Fakat ne yazık ki felaket bütün milletin üzerine olanca dehşetiyle geliyordu.
İttihat ve Terakki sukut edip (düşüp) Kâmil Paşa tekrar sadrazam olunca Masonluğun tehdit altına girmesi de gösterdi ki memleketteki zalimane parti kavgaları işine dış ellerin karışması ile gizli sahnelerde de devam edecektir. Nitekim Birinci Balkan Harbi (1912) sonuna doğru İttihat ve Terakki, bir hükümet darbesi ile iktidar mevkiini ele alınca Masonluk faaliyetini de arttırdı. İşin en feci ciheti, bazı kumandan ve zabitleri de yine localara almaları ve onlara yüksek mevkiler vermeleri idi.
Cihan Harbi sıralarında kolordu kumandanlarından Faik Paşa Üstad-ı Azam intihab olunmuştu (seçilmişti)! Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin bile bir gün Üstad-ı Azamlığa çıkabileceği söyleniyordu!
İstihbarat şubesi şefi sıfatı ile Enver Paşa'nın dikkatini çektim: "Bu yüzden aleyhimizde yine müthiş cereyanlar başladığını, zabitlerin olsun şu Masonluk oyununa sokulmamalarını, Mason locaları vasıtası ile yıkıcı tesirlere mani olmasını" bildirdim.
Vatan ve İnsaniyet Maskesi
Cihan Harbi başladığı zaman, Masonluğun ne müessir (etkili) bir kuvvet olduğunu bilen ve bundan telaşa düşen Almanlar, İngilizlerin öteden beri zahiren Türk Masonluğuna kıymet vermezmiş gibi bir tavır takınmış olmalarından istifade ile salahiyet (yetki) sahibi üç Alman Masonundan mürekkep bir heyeti İstanbul'a gönderdiklerini ve İstanbul'dan da Berlin'e karşılık bir heyet gönderildiğini işittim. Almanların bu kanaldan da bizi harbe teşvik ettikleri hissolunuyordu.
Localardaki Musevî vatandaşlar her şeyden önce şimdiye kadar olduğu gibi bu defa da iktisadî kazançlarını birinci plânda tuttuklarından Osmanlı Devleti'nin harbe girmesini çok istiyorlardı. Çünkü memlekette ne kadar bahalanacak (pahalılanacak) madde varsa ucuzca toplayarak stoklarını yapmışlardı. Bu kavmin gözü açıldığına bir misal olmak üzere Balkan Harbinde Edirne kalesindeki bir hatırayı nakledeyim:
Kalenin en büyük ihtiyacının biri(nin) de tuz olduğunu düşünen bir Musevî, evinin kuyusuna çuvallarla tuz dökerek tuzlu su yapmış, sonra da ihtiyaç baş gösterince teneke teneke pahalıca satmış, zengin olmuştur!
Musevilerin bu ticarî gayretlerine, İngilizlerin vadettiği Filistin Yahudi Hükümeti siyaseti de karışmıştı. Bunun için Osmanlıların da harbe karışarak hırpalanmasını ve bu suretle emellerinin tahakkukunu (gerçekleşmesini) dört gözle bekliyorlardı.
Ermenilere gelince: Onlar da vatan ve insaniyete yemin ederken 'vatan'dan kendi müstakil vatanlarını anlamışlar ve o 'insaniyet'e de Türk'ü imha etmek manasını vermişlerdi. Bunlar kendi anlayışları olamazdı. Çünkü asırlarca hükmü altında yaşadıkları Türk; kendi milliyetlerini kurmuştu. İktisadî kalkınmaları da her sahada hiçbir maniaya (engellemeye) uğramamış olduğundan memleketin sanayi ve ticaretinde en ön saflara geçmiş bulunuyorlardı. Bunlardan başka birçok memuriyetlere, hatta Nazırlığa (Bakanlığa) kadar yükseltilerek Türklerden farksız tutuluyorlardı. Bu müsaadelerin tesiri ile refah ve saadet içinde yaşayan Ermenilerden Türk'ün bu civanmertliklerine karşı böyle küfran (nankörlük) ile bir mukabele mi beklenirdi? Herhalde vatan ve insaniyet kelimelerine verdikleri zehirli manaları da Masonluk müessesesini siyasî maksatlarına bir alet gibi kullananların aşılamış olması lâzım gelir.
Rumların ideallerini burada tasrihe (açıklığa kavuşturmaya) ihtiyaç yoktur. Yalnız onların zengin tacirleri de Yahudiler gibi kazanç için fırsat kollamakta idiler. Onlar da ideallerine kavuşmak için bu iktisadî faaliyetten de istifade etmek istiyorlardı.
Demek ki Türk'ün gayri bütün unsurlar dört gözle Türklerin harbe girmesini bekliyorlardı. Çünkü Türk milletine ihtilâl, suikast, yangın, çalıp çırpma, ahlâkı ifşaat... gibi bozgunluk âmillerinin serbestçe işlenilmesine harp en müsait bir saha idi. Bu suretle "vatan ve insaniyete hizmet" için ettikleri yeminlerini yerine getirmiş olacaklardı.
Almanların elinde alet olanlar daha ilk günden, İtilaf zümresinin elinde alet olanlar da Almanların Marne muvaffakiyetsizliği meydana çıkar çıkmaz, Osmanlı Devleti'ni harbe sürüklemek için faaliyete geçtiler. İngiliz ve Fransızların da bizim artık Almanların safında cephe almamızı istedikleri gazetelerinin beyanatından ve gizli propagandalarından anlaşılıyordu.
Acı Misaller
Masonluğun da her samimî teşekkül gibi insanî gayelere matuf esaslarla başladığı halde yine her teşekkül gibi hayli müddetten beri tereddi etmiş (yozlaşmış) bulunduğunu ve siyasî maksatlara alet edildiğini Mütarekedeki şu acı misaller de gösterir:
a- Mütareke devrinde Rıza Tevfik Üstad-ı Azamlığa geçiyor ve localardaki İttihatçıları kapı dışarı ediyor. Demek ki memleketimizin siyasî kanaatleri muhtelif olan evlatları böyle ilmî ve insanî gibi süslü tabirler altında birbirinin gözlerini oymaya kalkışabiliyorlarmış!
b- İngilizler ise donanmaları İstanbul'a gelince bütün Türk Masonlarını kapı dışarı ederek yerlerine kendileri geçip oturdular. Demek ki bütün gayretler, bütün himmetler Osmanlı Devleti'nin bu günlere düşürülmesi için imiş!...
Görülüyor ki Cihan Harbi'nde ve Mütarekede Masonluk bu suretle müessir kuvvet olarak kendine düşen rolü yapmıştır.
* İttihat ve Terakki (adlı) eserimde bütün bu tafsilat ve vesikaları gösterdim. O zaman mürettep kolordu kumandanı Şevket Turgud Paşa, erkân-ı harbiye reisi de Fevzi Bey'di (Müşir Fevzi Çakmak). Ben de harekât şubesi müdürü idim.
Kaynak: Kâzım Karabekir, Cihan Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl idare Ettik? Kitap 2, İstanbul 1937, sayfa: 94-107 (metnin henüz Atatürk'ün sağlığında yayınlandığına dikkat edilmeli)
Kaynak: Derin Tarih Dergisi - Haziran 2015 (Sayı: 39)