Bornocu Ersan 11 Kasım 2015 Çarşamba



Masonluk konusunda şimdiye dek anlatmaya çalıştığımız temel kurallar dışında konuya biraz daha renklilik kazandırmak için bu kez de, masonluğa kabul edilmiş ama sonradan içtiği andı bir yana bırakıp, nasıl mason olduğunu biraz da alaycı bir dille yazıya dökmüş bir tanığı, Türk edebiyat ve basınının 1945'te veremden yitirdiği bir büyük usta yazarı, Mahmut Yesari Bey'i sizlere dinletmek isteriz.

Yaşamını salt kalemi ve fırçasıyla sürdürebilmek kavgasında çekmedik yoksulluk ve çile kalmayan bu büyük yazar, 1935'lerde Türk mason localarının Atatürk'ün buyruğuyla kendi kendilerini kapatma durumunda kalmaları, masonik deyimle de «uykuya yatmaları» üzerine, döneminin dergilerinden birinde, nasıl mason olduğunu şöyle anlatmıştır:



«Hemen hergün vapurla Kadıköyü'ne inip döndüğümüz arkadaşlarımız var. Bunlar, bazen vapurda, yahut iskelede, bir ahbaba yavaşça sokulur ve esrarengiz bir tavır alarak konuşurlar.

Kulağıma çalınan bu kadarı:

— Bu akşam yukarıda mıyız?

— Bu akşam yukarıda buluşuruz...

Bu yukarı için sözleşme ahbabları, son vapurda yanlarında daha başka ahbaplarla, bir parça da çakır keyif olarak başbaşa vererek fısıldaşıyor bulursunuz.

Bir gün bir arkadaşım yanıma sokuldu ve gizli bir sesle kulağıma fısıldadı:

— Seni de birader yapmak istiyoruz!... Ağzım bir karış açık, sordum:

— Ne yapmak istiyorsunuz? O sesini daha alçaltarak:

— Seni de aramıza alacağız. Mason yapmak istiyoruz.


Bu, hiç aklımda, hayâlimde olmayan şeydi... O zamana kadar masonluk hakkında doğrusu hiçbir fikrim yoktu... Yalnız, kökü, tarihin çok eski karanlık taassup devirlerine dayanan bu tarikatın, artık gizli - kapaklı yeri kalmadığını biliyordum.

Bir farmasonun dilimize çevirdiği (Farmasonlar) kitabı şöyle gözüme ilişmişti.

Sonra (Larus)tan evvel çıkarılmış olan (Bonillet)yi açarsak yine masonlar ve masonluk hakkında kâfi malûmat bulabiliriz. Fakat okumak, kulaktan kapmak başka şey, gözleriyle görüp yakından duymak başka.

— Peki nasıl mason olacağım?

Arkadaşım benim soruşuma güldü:

— Sen şimdi bir teklif varakası imzalayacaksın. Hakkında tahkikat yapılacak. Sen buralarına karışma. Sonra ben sana haber veririm.

Geçmiş gün! İmzaladığım kâğıt nasıldı, onda neler yazılıydı, hiçbiri hatırımda kalmadı.

Yalnız, bana masonluğu teklif eden arkadaş, haftanın muayyen günlerinde son vapurla dönen ve yukarıda bulunanlardan idi.

Ben nihayet yukarıyı öğrenecektim!

Diyeceksiniz ki, oraya girerken, sırlarını saklayacağına elbette and verdin. Bir farmason; kitap yazmış, bir lügat kitabında tafsilât vermiş diye onları ele vermek, yemine ihanet etmek doğru mu?

Bu, insanlığa yakışır mı?

Kendimi müdafaa için söylemiyorum, hatta kendimi müdafaaya da lüzum görmüyorum.
Gazetelerde müsellesli (üçgen - müselles) ve üç yıldızlı ölüm haberleri çıkıyor.
Günlerce ilân edildikten sonra (Meşriki âzam) baloları veriliyor, hatta resimleri bile gazetelere geçiyor!...

Bu gizli cemiyetin artık gizlenecek tarafı kalmamıştır. Bunları da bırakalım, beni aralarına almak isteyenler, beni yakından tanıyan, yani huyumu, suyumu bilen arkadaşlardı.

Onlara, ben hiçbir teklifte bulunmamıştım. Demek ki, onlar her ihtimali göze alarak benim de mason olmamı muvafık (uygun) görmüşlerdi.

Kendi kendime bir düşündüm.

— Bunun bir yazılmadık tarafı kalmıştı. Onu da yazıveririm biter, gider.

Yalnız şunu evvelce söyleyeyim ki, maksadım ne tariz ne alay, ne de zehirli iğneler saplamaktır. Biraderlerimi gücendirmek istemem. Şunu da iyice bilsinler ki, evvelâ çuvaldızı kendime batıracağım. Hoş görüversinler.

Benim haberim yok. Hakkımda tahkikat yapılmış ve ben sorup, araştırmadan yüzümün akı ile çıkmıştım.

Bana bir kâğıt yazdırdılar ve imzalattılar. Kâğıtta neler yazılıydı; ben ona neler yazdım. Biri hatırımda kalmadı. Bir gün bizim arkadaş güler yüzle göründü.

— Gidiyoruz, dedi.

Dedi, amma içime de bir ürküntü geldi. Meçhule karşı, insanlarda daima bir korku, bir ürküntü var.

İstanbul'a indik ve Beyoğlu'na geçtik. Yukarıya gidiyoruz. O tarihlerde Parmakkapı taraflarında dar bir sokağa saptık, yürüdük, gene saptık, gene yürüdük, gene saptık.

Acaba bu sokaktan sapışlar bana yolu şaşırtmak için mi? Nihayet, daracık bir sokakta yüksek bir apartmanın arka tarafındaki küçük bodur kapının önünde durduk. Burası ne apartman, ne ev, ne mutfak, ne de bodrum kapısına benziyordu.

Arkadaş, kapıya işaret verir gibi vurdu. Biraz bekledik kapı açıldı, aksak bir adam göründü. Arkadaşla işaretleştiler mi, işaretleşmediler mi pek farkında değilim.

İçeri girdik. Dar, kapkaranlık ve küf kokan, toprak mı, maltataşı mı, tuğla mı pek belli olmayan zeminli bir koridorda basık bir kapının önünde durduk.

Arkadaş benden ayrıldı; ben, aksak adamla yalnız kalmıştım. Aksak adam, basık kapıyı açtı, elektrik düğmesini çevirdi. O dakika bende de şafak attı.

Hamam külhanı gibi yuvarlak, basık, dar bir oyuk... Evet, ne oda, ne hücre, ne dolap.
Sadece bir oyuk...

Oyuğa girdik. Aksak adam bana:

— Üzerinizdeki madenî eşyayı verin, dedi. Şaşkın şaşkın sordum:

— Neyi vereyim?

— Madenî eşyayı... Para, saat, tabanca filân gibi...


Ne saatle, ne de tabanca ile işim yok. Cebimdeki bozuk paraları verdim; O, bir torbanın içine koydu, düğümledi ve çıktı, oyukta beni yalnız bıraktı.

Bir anahtar sesi... Eyvah, ben burada hapis miyim şimdi? Pardon, ben size bu oyuğun içini anlatmadım. Evvelce şunu söyleyeyim ki, oyuk hiç de iç açacak bir yer değil. Duvarlara baştanbaşa siyah astarlar kaplanmış. Kapının karşısındaki duvara, gene kara astar örülmüş bir masa yanaştırılmış. Masanın üzerinde bir kafatası, iki bacak mı, kol mu ne ise, iki kemik... Siyah duvarlarda birçok levhalar var. Bunları okudukça içime ürpermeler geliyor. Ben burada ne kadar oturacağım? Zaten sıkıntılı bir adamım. Ben burada çok kalırsam iki - bir yok, tozuturum.

Kapı tekrar açıldı. Aksak adam göründü, içimden uzun bir oh, dedim galiba azat ediliyordum. Aksak adam bir kâğıt uzattı:

— Bunu, okuyunuz ve imzalayınız.

— Bu da ne?

— Vasiyetnameniz.


Ne?... Benim daha ölmeye pek niyetim yok. Öp babanın elini... Eğer hatırımda iyi kalmışsa bu üç köşe ve basılmış bir kâğıttı Zaten masonların remz'i (belirtisi) müselles (üçgen) dir. Herşey üçtür, üç köşedir. Ne iki, ne dört, ne beş.

Hristiyanlıktaki teslis'i andıran bu üçlük neden? Bunun manasını, maksadını, sır ve hikmetini öğrenmek müyesser olmadı.

Müselles selâm, müselles alkış, müselles matem. Belki başka müsellesler de vardır; benim ilmim, ancak bu kadarına yetiyor. İmzalarının, isimlerinin yanlarına da müselles şeklinde üç yıldız koyarlar.

Vasiyetnameyi verdik, aksak adam, gene kayboldu. Sonradan öğrendim, burası hücre-i muzlim'miş ve beni orada aklımla tefekküre bırakmışlar.

Tek başıma böyle iç açıcı bir yerde oturmak, ne kötü şey. Duvarlardaki levhalara baktım, okudum. Kafatasını, kemikleri muayene ettim.. Siyah astarları elledim. Cebimdeki kâğıtları karıştırdım. Vakit geçmiyordu ki...

Kapı tekrar açıldı, vasiyetnameyi aldılar. Tekrar kapı üzerime kapandı.

Sıkıntıdan çıldıracağım. Tahta iskemlenin üstünde oturmaktan yoruldum. Yer müsait olsa ayağa kalkıp dolaşacağım. Fakat daracık yerde iki adım atmak bile bir mesele...

Ben şimdi vicdanımla başbaşa düşünüyorum. Böyle kapanık, kasvetli yerde düşünmek, kafayı işletmek kuvvetli bir sinir işi.

Benim bir huyum vardır, canım sıkıldı mı uyurum... iskemlenin dik arkalığına sırtımı verdim. Gözlerimi kapadım... Ve uyudum.

Kapı açılmış; bunun yarı farkındayım. Aksak adam içeriye girdi; elinde siyahlı, beyazlı bezler vardı.

— Gözünü bağlayacağım.

Ve gözlerimi bağladı. Artık alışmıştım; ne derler, ne sorarlarsa, ne yaparlarsa gık demiyordum. Çünkü faydasızdı. Ben, ne söylersem onlar bildiklerini okuyacaklardı.

Gözlerim bağlandıktan sonra yedeğe alınmış bir acemi kör gibi, bastığım yeri görmeden yürümeye, daha doğrusu yürütülmeye başladım.

Evet, kör acemi, derler. Bir de acemi kör varmış. Lâkin ne zor, ne güç şeymiş.

Ben, bir karanlık ve boşluk içinde, yürüyordum. Bir merdivenden çıkarıldım, etrafımda sesler peyda oldu. Bir org da çalmıyor gibi...

«Şâir odur ki, gûşuna sesler gelir mûdam.» Acaba ben de şair mi olmuştum. Merdiveni çıktıktan sonra bir düzlükte yürütüldüm, bir merdiven indirildim, tekrar çıkartıldım, gene düzlükte yürütüldüm. Hep aynı yerde mi dolaştırılıyordum? Bilmiyordum ki... İnanır mısınız? O gün, körlere çok acıdım ve görememekten çok korktum. Merdiven basamaklarını tırmanırken. Dik bir kuleye çıkıyorum, aşağı inerken de bir boşluğa yuvarlanıyorum sanıyordum.

Bir ara, halime mi acıdılar, ne oldu. Beni durdurdular, bir iskemleye oturttular. Etrafımda, gizli konuşmalar, mırıltılar, fısıldamalar duyuyordum..

Org sesi daha yakından geliyor.

Tekrar koluma girdiler ve tekrar, karanlıklarda seyahat başladı.

Seyahat diyorum, amma şimdi...

Çünkü, bir körebe oyunu değilmiş, bir seyahatmiş...

Remzi seyahat...

Bu remzi seyahat bu kadarla kalmıyor. Tekris faslında da ayrı numaraları var. Tekris, Tahlifin başka bir cinsi, (ant içirme). Haricilerin (yani mason olmayanların) birader olabilmeleri işte bu tekriste belli olur.

Bu tekris merasimi (töreni) çok mühim ve başlıbaşına bir fasıldır.

Orglar çalına dursun, etraftaki mırıltılar kesilmişti. Bir müddet geçti, bir kapıya vuruldu:

— Tak... Tak... Tak... Malûm ya herşey üç olacak...

İçerden soruldu galiba ki, yanımda kollarımı tutanlar kımıldadılar ve kapıyı vuran cevap verdi:

— Bir Haricî...

Halit Fahri'nin Baykuş piyesini hatırladım:

— Kim o?

— Bir yolcu, Tanrı gönderdi.

Ay karanlık, ölüm kanat gerdi.

Tiyatro mu oynuyoruz, nedir?

Şimdi burada hafızamdan şikâyet edeceğim. Çünkü bu, kapı önünde söylenen sözlerin hepsini hatırımda tutamamıştım.

Yalnız, hatırladığım şu; Kapı önüne gelen haricîyi, içerden almak istiyorlar; soruyorlar, meramını, maksadını anlamak istiyorlar. Kapıcı birader, şefaat ediyor ve nihayet, gene acemi körler gibi yedekte içeri giriliyor.

Kapı önündeki konuşmalar da Karagöz sahnesinin tekerlemelerini andırıyor:

— Çivi!

— Ne çivisi?

— Lopça çivisi?

— Gir içeri!

Org daha yakından duyuluyor ve ben yedekte yürüyorum. Org, kameti arttırdı ve kılıçlar şakırdamaya başladı...

Bilmem hatırlar mısınız? Vaktiyle rıhtımda Pandomima tiyatroları vardı. Oyunların ismi, mevzuu, her ne olursa olsun, hepsinde mutlaka düello olurdu. Kılıç şakırtılarını duydukça, Pandomima'daki düellolar gözümün önüne geliyordu.

Org çalınması iyi... Hele insanın gözü kapalı, etrafı görmezse, sesler bir dereceye kadar avutuyor. Fakat bu kılıç sesleri ne olacak?

Şakırtılar muntazam olsa ve arasıra da:

— Tuşe!

diye bağırsalar, kendimi eskrim salonunda sanacağım.

Lâkin bu bozuk düzen şakırtıların manası ne? Hücre-i Muzlim'de başlayan korku hissini takviye için mi?

Yürürken yürürken, birdenbire bir ses geldi:

— Dur...

Ve göğsüme bir kılıç dayandı. Soruyorlar:

— Bu nedir? Anlıyor musun?

Elimi tutup kılıcı ellettiler. Bilenmemiş, hatta gözüm görse, belki de paslı diyeceğim bir kılıç. Cevap verdim:

— Kılıç!

Onlar, kendi dilleriyle çetrefil konuştukları için, harfi harfine söyleyemeyeceğim. Yalnız meali (anlamı) şu:

— Eğer, yemininden döner, sırrımıza ihanet edecek olursan, işte bu keskin kılıç göğsüne dayanacaktır. Bilmiş ol!

İş fena! Tehdit kötü... Kör, paslı kılıçla öbür dünyayı boylamak hakikaten işkenceli bir ceza... Kör kılıcın kalbe kadar gireceği şüpheli... Fakat, paslı demirin açtığı yaranın kangren olacağı muhakkak...

Kör de, paslı da olsa kılıç göğse dayanınca insan gık! diyemiyor.

Yürüdük, döndük, yürüdük, döndük ve gene birdenbire durduk... Elimi tutup çektiler. Onlar tutup ileri çektiler ama, ben de tutup geri çektim.

Soruyorlar:

— Duyduğun ne?

— Ateş!

Hakikaten elim, alev gibi bir ateşe dokunmuştu.

Gene o akılda tutulmaz, hatırda kalmaz çetrefil dilleriyle birşeyler okudular. Benim anladığım gibi, sizin de anlayacağınız şu: Eğer ben yeminimde hanis olursam (durmaz da bozarsam,) onlara ihanet edersem, vay halime! Yanacağım!

Islanmışın yağmurdan pervası olmaz! derler. Benim gibi, bağrı yanığa ateşle gözdağı verilir mi?

Bu numara da bitmiş olacak ki, tekrar yürümeye, dönmeye başladık ve bir müddet sonra gene zınk diye durduk.

Bu sefer de elimi tuttular, ince elenmiş kum dolu bir çanağın içine daldırdılar.
Uzatmayayım, bu toprakla tehdit...

O zaman, bereket şimdiki gibi hava tehlikesi daha çıkmamıştı, yoksa, kollanma kanat takarlar, tepetaklak döndürerek bir de hava tehlikesi ile tehdit ederlerdi.

Tehdit faslı bitmiş olmalı bir iskemleye oturttular. Etrafımda mırıltılar duyuyorum. Karşımda, arkamda ve sağımda, solumda kimseler var. Birini görmüyorum. Gözümü açsalar, belki birçok tanıdıklarla karşılaşacağım.

Şimdi asıl sorgunun başlayacağını anlıyordum.

Nedir, bu kuru başıma gelenler? Kalıbı dinlendirmeden, tabuta girmeden, imam, tepemde telkin vermeden, toprağımın üstünde ıskatçılar tepinmeden bu Münkir - Nekir sorgusu ne oluyor?

Soruyorlar:

— Taassup nedir? Cevap veriyorum:

— Bir insanın herhangi bir şeye körükörüne bağlanması ve onu körükörüne müdafaasıdır.


Belki aynen böyle cevap vermedim, lâkin, buna yakın bir şeydi.

Masonlarda taassup yokmuş... Herhangi bir kanaate, ideale taassupla bağlananlar, mason olamazlarmış!

Ala! Buna, kimin ne dediği var?

Soruyorlar:

— İçki içer misin?

Her şeyi doğru söyleyeceğime, onlardan hiçbir şey saklamayacağıma da yemin etmiştim. Fakat soruştan, bunun da yasak olduğunu sezinliyordum. Tevil etmeyeceğime de and içmedim ya:

— Eh... Arasına...

Hani, Meşhur bir tekerleme vardır:

— Akşamdaaaaaan akşama... Cevabımı sağır mırıltılar karşıladı.

— Kumar oynar mısın?

Aksiliğe bakın! O sıralarda ben poker, bakara tiryakisi idim. Buna da arasıra diyeyim mi? Zırva tevil götürmez. Kestirip attım:

— Hayır!

Vay, vay, vay! Bu sefer, mırıltılar, homurtu şeklini alıyordu.

Sordular:

— Gözlerini açtığımız zaman burada bir düşmanını görsen ona hâlâ düşman gözü ile bakar mısın?

Sual çetin. Buna verdiğim cevabı iyi hatırlıyorum:

— Maksadı, gayesi, âli ve insanlığa hizmet etmek olan muhterem cemiyete mensup insanların hepsinin iyi ve temiz kimseler olduklarını kuvvetle zan ve tahmin ettiğim için, burada düşman bir çehre ile karşılaşacağımı tahmin etmiyorum.

— Şayet bir düşmanını görecek olursan ona. elini uzatacak mısın?

— Böyle yüksek gayeli bir cemiyete girmiş olan bir düşmanımı, hemen affetmesem bile, hürmet etmek ideal borcumdur. Ona, elimi uzatmakta katiyen tereddüt etmem. Fakat, bir şartla...

— Nasıl bir şartla?

— Eğer düşmanımın, arkadan kuyumu kazdığını şöyle bir sezinleyecek olursam, cemiyetin içinde de olsa, dışında da olsa, gırtlağına yapışmaktan beni hiçbir kuvvet menedemez.


Gülümsemeye benzer, sağır mırıltılar... Münkir - Nekir sualinin sonu gelmiyor ki:

— Vicdan nedir?

— Vicdan, insanın neresindedir?


Buyurun bakalım! Mantık, ahlâk, felsefe dersinde miyiz. Ben bunlara mektepte iken bile cevap verememiştim.

İnsan, ne gariptir! Şimdi böyle öğünme niye? Mektepte mantık, felsefe, ahlâk okuduğumu bana kim sordu? Bunlar, lapalist denilen hakikatlerdir. Bana, hocalarım, belki bütün bunları okutmak istediler lâkin ben, bu kitapların yapraklarını açtığımı bile pek hatırlamıyorum. Yalnız, şimdi ben, mason locasında, bu iki suale ne cevap vermiştim. Hiç bilmiyorum. Ah, benim biraderlerimden hafızası kuvvetli biri çıkıp da bana cevaplarımı söyleyiverse!...

Şu benim fesatlığım yok mu? Kendi yeminimden hainis olduğum yetmiyormuş gibi, başkalarını da idlâle, iğfale çalışıyorum.

Tekrar sordular, sordular. Mevsim yazdı. Oda, boğucu sıcaktı. Fakat ben, boğucu sıcaktan ziyade, bu sorgulardan terlemiş, bitmiş, yorulmuştum.

Halime mi acıdılar ne oldu? Yoksa, onlar da mı yorulmuşlardı? Sormaktan vazgeçtiler. Ve kendi aralarında, benim anlamadığım dille konuşmaya başladılar.

Anlayamadığım dille konuştukları da aşağı yukarı şu: İmtihana çektik, soracağımız kadar sorduk. Kafasını, huyunu, suyunu, mezhebini, meşrebini anladık. Şimdi aramıza alalım mı, almayalım mı?

— Bul kutusu gezdirilsin!... denildi.

Size, Bul denen şeyi anlatayım:

Bunlar, bizim bildiğimiz, çocukların oynadığı bilyelerin eşidir, iki küçük kutu içine doldururlar. Birinde siyah, diğerlerinde beyaz bilyeler vardır.

Biraderler, bu kutulara ellerini sokarlar ve bir tane bilye alırlar ve bir torba içine atarlar. Lâkin, siyahtan mı, beyazdan mı aldıkları belli olmaz. Bu, saklıdır.

Çünkü beyaz bilye lehte rey, siyah bilye aleyhte reydir.

Gözüm görmüyor ama, susuşlarından bu işin de bittiğini anlıyordum.

Gene fısıldaştılar. Ve bir ses, birşey sordu. Ne sorduğunu bilmiyorum. Artık kâfi! manasına birşey olacak!...

Bir ses bağırdı:

— Nur ve Ziya üstad-ı muhterem!

Ve oradakiler hep bir ağızdan tekrar ettiler:

— Nur ve Ziya üstad-ı muhterem!

Ne kadar kalın kafalı olsam, ışığa kavuşacağımı anlamıştım, işin meraklı, tatlı tarafı gelmişti. Karanlıktan kurtulunca, bakalım nur ve ziya neler ve kimleri görecektim.

Kılıçlar şakırdadı, şakırdadı, hep bir ağızdan:

— Nur-u Ziya, üstad-ı muhterem!... diye bağırdılar. Gözlerimi açtılar, bir müddet karanlıkta etrafımı seçemedim. Elektrikler yanmıştı, yarım saat mı, üç çeyrek mi, yoksa birbuçuk saat mi gözlerim kapalı? Bilmiyorum. Fakat, zaten zayıf olan gözlerim, bu zoraki kapalılıktan sonra ışığa açılınca, fena halde kamaştı.

Sorgu - suallerden, göz bağlamalarından, ille o hücre-i muzlimden, remzi seyahatten sonra, orada her hareketin, her işaretin bir kaide ile, bir nizamla yapıldığını, yapılabileceğini, insanı makamla esnettiklerini anlamıştım. Fakat ben, ferman dinleyecek halde değildim. Ellerim bağlı olsa bile ipleri koparır, gözlerimi uğuştururdum.

İlk kamaşma geçti, tatlı tatlı kaşınan gözlerimi, tatlı tatlı uğuşturdum. Ve etrafıma bakındım!...

Gözü bağlı dolaştırılırken, kulelere çıktığımı, mahzenlere indiğimi, sofalarda gezindiğimi sanmıştım, fakat gözlerimi açtığım zaman, göreceğim manzarayı doğrusu pek tahayyül edememiştim. Alelade bir oda; bir mahkeme veya bir toplantı salonuna benzer bir yer olacağını ummuyordum.

Bu kadar teşrifat düşkünü insanların, oturdukları, toplandıkları yerin, herhalde bir hususiyeti, bir başkalığı olacaktı.

Hatırımda kalanları anlatayım:

Büyücek, yüksek tavanlı, dört köşe bir oda.. Kapıdan girilince sağ duvarda büyük, yerli bir ayna... Sol tarafta siyah perdelerle örtülü bir pencere...

Koyu tatlı mavi üzerine yıldızlar serpişmiş, tavanın ortasında beyaz fanuslu bir Nur-u Ziya, bir sembol ama, bu sembolü maddeten temsil eden bir lamba!...

Sıra gelmişken söyleyeyim, ben, bu masonların mabedine günlerce girdim ve birçok Haricilerin tekrislerinde, biraderlerimle beraber Nur-u ziya istedim. Azap dedikleri ziyafetlerde bulundum. Hüze yani, yaşasın şerefe diye kadeh kaldırdım; Tatlı barut (bira), acı barut (rakı) içtim, fakat koyu tatlı mavi zemin üzerine irili - ufaklı sarı yıldızlar serpili tavandan sarkan lambanın ışığından başka nur-u ziya görmedim!...

Öyle anlıyorum ki, bu nur-u ziya alelade ışık değildir. Kararan gözleri, kararan gönülleri aydınlatacak, iç karanlığına, kafa karanlığına ışık verecek...

Evet ne aydınlığı ne ışığı?

Evvelâ gizli mabedi dünya gözü ile gezelim:

Kapıdan girilince, kapıya bitişik duvara muzavi (paralel) ortası iki sütunla kapı gibi ayrılmış bir bölme var. Bu iki sütun sütûn-ı Süleymanî'dir.

Orta Çağda Hiciv adlı Fransızca bir kitapta okumuştum. Bu iki sütuna Süleyman'ın hazineleri sahipmiş. Süleyman Hazinesi! Hayali bile insanın aklını durduruyor. Fakat, benim gördüğüm, üzerine sulu yaldız sürülmüş yalınkat kartondan yapılmış sütunlar. Süleyman Hazinelerini düşündürmekten çok uzaktı.

İki sütunun tam karşısında iki-üç ayak merdivenle çıkılan kerevet gibi bir set var. Bu setin tam ortasında, üç kısmı üç köşe, müstatil (dikdörtgen) arkalıklı büyük bir koltuk duruyor. Arkalığın üstündeki müeselleste (üçgen), yalnızlı ve etrafı ışıktan oklarla süslü bir göz bakıyor.

Koltuğun önünde, menşur-i müsellesi bir masa var. Burası, üstad-ı muhteremin makamı...
Onun önünde bir masa daha, kâtip birader.

Üstad-ı muhteremin sağ ve solundaki yerlerde sine-i şark, buraya yüksek derece rütbeliler oturabiliyor.

Sine-i Şark'ın, yani basamaklı kerevetin sağ altında, küçük bir masa... Tekrar etmeyeyim, masa deyince siz hep menşur-i müsellesi düşünün.

Bu küçük masa Emin-i haznedar (sayman) biraderin. Onun tam karşısında Sine-i Şark'ın sol altında hatip (sözcü) biraderin makamı...

Sütunların sağında üstadı evvel (önceki üstad) birader, solunda üstadı sânî (daha önceki üstad) birader.

Odanın sağ ve sol duvarlarındaki sıralarda da, küçük dereceli biraderler oturuyorlar. Biraderlerin, oturdukları sıraların önlerinde de kısa bölmeler var. Bu bölmelerin kenarına oyuklar yapılmış ve oralarda, orta çağ şövalyelerinin, silâhşörlerinin kullandıkları kılıçlara, meçlere benzer, kınsız kılıçlar konmuş...

Üstadı muhterem makamının karşısına gelen duvara, büyük bir org bitiştirilmiş. Orgun iki yanında da sıralar duruyor.

İşte benim gördüğüm mason locası bu... Şekli, döşemesi, rengi ve teferruatından hatırımda kalanları bu kadar...

Gözlerimi o âleme açtığım dakikadan beri, hep düşünürüm. Bütün bu dekora, bu aksesuvara ne lüzum var?

Yazılarım yanlış anlaşılmasın. Ben ciddî işlerin, ciddî tutulmasını isterim. Bu dekor, bu aksesuar, belki değil, muhakkak ki eski bir anânenin tortusu...

Geçmiş günlerin hatıralarını anmak ve saymak kaygısı...

Bunu ileri sürenlere ve süreceklere sorarım: Franmasonluk, bugün ilk kuruluşundaki gaye, ideal ve mefkure için mi çalışıyor?

Bu kurum, Rönesanstan sonra gizlilik kuvvetini tamamiyle kaybetmiştir.

Oyun mu oynanıyor? Madem ki, yüksek ve temiz bir gaye, ideal, mefkure için toplanılmıştır, bu renk, ışık, ses süs cilveleri neden?

Sade döşeli ağır başlı bir odada, bir salonda toplanılsa gaye temin edilemiyor mu? Mefkure kuvvetini mi kaybediyor?

Masonluğun, benim okuduğum ve duyduklarıma göre kuruluş esası, katolik taassubuna isyandır. Katoliklik, Avrupa'yı haraca kesmişti. Engizisyon cehennemi azgınlığıyla Avrupa'yı kasıp kavuruyor; gizli, kanlı mahkemeler, binbir işkence ile din namına insanlara, vicdanlara satır atıyor, Hüğnolar yani Protestanlar boğazlanıyor, kılıçtan geçiriliyordu.

İlim, fen, sanat bu azgın kara kuvvetin pençesinden yakasını kurtaramıyordu. Mimarlık, yalnız katolik kiliseleri, katolik şapelleri, katolik âbideleri için çalışabiliyordu. Buna isyan eden mimarlar, yani masonlar, aralarında gizlice toplandılar ve anlaştılar. Ele geçmemek ve icabında da birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaretler ve gizli dil kullanmak lüzum ve mecburiyetini duydular.

Kendilerinden olmayana Harici dediler. Ve kendi mesleklerine uyar kelimeler kullanarak konuştular. Para'ya tuğla, kerpiç dediler. Yanlarına bir yabancı gelince Yağmur yağıyor diye fısıldadılar.

Bira, tatlı barut, rakı, acı barut oldu. Bunlar saymakla tükenmez.

Yalnız öyle tahmin ediyorum ki, şark masonları bu gizli dili, sadece tercüme etmişlerdir. Acı barut'un, tatlı barut'un sani-i âzam-ı kâinat'ın tarihi bir zaruretle dilimize çevrilmiş olduğunu hiç sanmıyorum.

Eğer Mimar Sinan'ın, Mimar Kasım'ın, Mimar Davud'un aynı dilden anladıklarını iddia ederlerse, ne yapayım, boynumu büker, susarım!...

Mason locaları vaktiyle de böyle süslü müydü? Sanatkâr insanlar boş duramazlar. Gizli locaya gelip de biraderlerini beklerken tavanlar, duvarları boyayıp süslemiş, avadanlarını açıp, masa, sandalye yapmış olmaları çok muhtemeldir.

Kılıçlara gelince, o devirlerde yalnız asilzadeler değil, kalburüstü burjuvalar, meslek adamları da silâh ve kılıç taşırlardı... Bundan başka, gizli bir toplantıda daima ihtiyatlı bulunmak icap eder. Herhangi bir baskına karşı kendilerini müdafaa edeceklerdir. Kılıç taşımayanlar bile, localarda kendilerini müdafaa için silâh bulundururlarsa tabiî görülmez mi?

Kapıdaki muhafız biraderi içeri girerken sorulan ahret suallerinin, tehditlerin, yeminlerin hepsini, (yalnız bir şartla) o zaman için, hepsini anlıyorum; hepsine yerden göğe kadar hak veriyorum...

Fakat...

Fakat, org çalınmasını bir türlü zihnim almıyor... Bu ne biçim saklılık, gizlilik... Davul - zurna ile saklambaç oynanır mı? Orgu tanıdığım piyanistlerin en tatlısı ve en sanatkârı olan zavallı arkadaşım Cemal Osman çalıyordu...

Eğer locaların ilk kuruluşunda, aralarında Cemal Osman bulunsaydı, masonlar bütün korkunç tehlikelere rağmen org çalmayı da anânelerine katarlardı.

Gözlerimi nur-u ziya'ya açmışlardı...

Bu nur-u ziya'nın bir sembol olduğunu tabiî anlıyorsunuz... Âlem-i Harici'den nur-u ziya âlemine giriliyor.

Bana da bir yer gösterdiler, kabulün şerefine, müselles alkış yapıldı; ben, mahçup ve memnun büzülüp oturdum.

Celse'de miydi, yoksa celse bittikten sonra mıydı, geçmiş gün, biraderlerden biri yanıma yaklaştı, kulağıma fısıldadı:

— Buraya girerken, üzerinizdeki madeni eşya ile birlikte paranızı da almıştık!...

Benim zavallı madeni eşyam! Ne kamam, palam, çakım, ne de tabancam var. O gün, cebimdeki bozuk paralardan başka madeniyat nâmına bir şeyciğim yok

— Evet, dedim.

— Paranızı, muhtaç bir dul kadın var, ona yardım için vereceğiz!...


İnsanî gayeler güttüğünü ağızdan kapma kulak dolgunluğu ile sezinlediğim, gizli bir tarikatın böyle, ilk insanî teklifine hayır demek hamlığını gösteremezdim.

— Hayhay!...

Fakat insanlar ne kadar doğuştan hovarda olsalar, maddî endişelere karşı gene hassas tarafları kalıyor. Locadaki bizim eski dostlara, ahbablara, arkadaşlara, akrabalar ve yeni biraderlerime şöyle göz ucuyla baktım.

Yeniye itibar vardır! En eli sıkılardan bile sigara otlayabileceğimi, tramvaya koltukta binebileceğimi, bir ara düşünüverdim, ne yalan söyleyeyim!

Kulağıma fısıldayan birader gülümsedi:

— Sizi tecrübe için böyle bir teklifte bulunduk!... dedi ve benim madeni eşyamı uzatıp verdi.

Dul kadın insanlık, insaniyet sembolü imiş. Her celseden sonra gezdirilen Dul Kesesi de, o dul kadın içinmiş!...

Gördünüz mü nur-u ziya'yı? Yavaş yavaş, neler görüyorum ve neler göreceğim? Hele para ile işe başlayıp, adamın gözünü açmak hakikaten, çok fizolofça bir buluş!...

Masonluğa giren bir Hariciye tekristen sonra önlük bağlanır. Benzetmekte hata olmazsa, ahçı, berber çıraklarının töreninde peştemal bağlamaları gibi bir şey...

Bunun sebep ve hikmetini anlatayım. Masonlar yani duvarcılar, mimarlar birer işçi değil midirler? Bu cins işçiler iş başında önlük takarlar ve önlüklerinin önünde de avadanlık kesesi vardır.

Masonlar da bunu takliden veyahut eski hatırayı canlandırmak için, minyatür önlük kuşanırlar. Bu derecelere yani rütbelere göre değişir. Üstadların, büyük derecelilerin ve hatip, muhafız vesaire gibi vazife almış biraderlerin önlükleri şekil şekildir. Üstü sırma işlemeli, kenarları sırma püskülleri de vardır.

Fakat bizim gibi, müptedilere (çırak) vazife almış üstadlar (usta), bezden, el kadar bir önlük tutunurlar. Bu önlük, eski kadınların, entari ile iç etek arasına bağladıkları bir tütün, mendil, para kesesine pek benzer.

Bu dört köşe bez önlük, ince bez bağlı bele sarılıp bağlanır.

Başıma gelen bir vak'ayı da anlatayım: Bir gün mahfile girerken kapının yanındaki masa üzerinde duran önlüklerden birini alıp bağlamıştım. Kim bilir kaç saat oturduk. Celse bitti, vakit de hayli gecikmişti. Hemen sokağa fırladım ve koşa koşa bir tramvaya atladım.

Tramvaydakiler, garip garip bana bakıyorlardı, hatta kaşlarını gözlerini oynatanlar ve kıs kıs gülenler de vardı. Dalgınlığımı bilirim. Kravatım mı çözülmüştü? Tramvaya atlarken, haberim olmadan dizim, kolum bir yere takılmış da yırtılmış mıydı? Yoksa, pantolonumun düğmelerini iliklemeyi mi unutmuştum?

Bu son ihtimalle önüme baktım. Ne görsem beğenirsiniz?... Bizim mason peştemalı, ceketin altından sırıtmıyor mu?

Bir el çabukluğu ile onu çözüp ve avucumun içinde derleyip, toplayıp cebime tıktım, fakat döktüğüm ecel terini, hâlâ unutamam!

Nur-u Ziya, gözlerimi öyle kamaştırmış ki, âlem-i harici'yi unutuvermiştim.

Gelelim bahsimize... Celse bittikten sonra, mahfelimizin üstadı dışarda beni yanına çağırdı ve koluma girerek tenha bir köşeye çekti. Gene kuşkulandım, tekrar mı imtihana çekiliyorduk?

İmtihan değil, irşat imiş; kulağıma fısıldadı:

— Altı aylık gelme... (!!!)

Biraderlerin altı ay sürecek parolasını söyledi.

Aradan çok altı aylar geçtiği, hattâ yalnız altı aylar değil, artık masonluğun memleketimizde modası da büsbütün geçtiği için bu parolayı ifşa etmekte bir mahzur görmüyorum.

Mahmut Yesari
1935



Evet, 1930'larda mason olmuş, Türk edebiyatının büyük ustalarından Mahmut Yesari mason localarının kapatılmasını izleyen günlerde, nasıl mason olduğunu biraz da alaycı bir dille böyle anlatıyordu.

Doğrusu birazcık güldürü türündeki bu anlatımın içinde, masonluğu anlamak için oldukça çok bilgi vardır.


Bu yazı ; Bornocu Ersan Tarafından yazılmış olup, , kategorisine eklenmiştir. Bu ve buna benzer yazıları RSS 2.0 . ile takip edebilir, ve eğer istersende bu yazıya 1 yorumda sen yapabilirsin!

0 yorum for " Nasıl Mason Olunur? (1935) "

Cevap Bırakın

Reklam